YAZILAR

Herkesin Var Bir Kimsesi

İnsan, dünyaya yalnız gelirmiş ve ne tuhaftır ki; yine tek başına gidermiş, şu fani dünyadan...

Hayatı boyunca elde ettiği; tüm servetini, dostlarını, arkadaşlarını bil mecburiye bırakıp gidermiş. Aslında herkes dünyada kendine göre bir yalnızlık senfonisini besteleyip, bazen o senfoninin ruh da uyandırdığı hüznü, kalabalıklar arasında da her zaman hissetmiş ve bir ney gibi inlemiştir. Ne servetin kemali, ne dostların cemali ne de mekânların vüs’ati (genişliği) ona çoğu zaman inşirah vermemiş, onu hep hüzne gark etmiştir.

Çocukluk yılları, hay huyla geçmiştir. Anlaşılmadan geçen yıllar bir de bakarsınız ki arkasında onlarca yılı alıp götürmüştür de haberiniz bile olmamıştır. Bir an önce büyüme hayalleri sizi hep sarmış, bulunduğunuz yılların adeta asırlar gibi geçmediğini düşünmüş “Hadi yıllar çabuk geçin” demişsinizdir bunca sene…

Salıncaklarda sallanırken kaç kez hayal kurulmuş, çelik çomaklarda yenilmenin üzüntüsü bir daha ki oyunda kazanmak için edilen yeminlere bırakılmış. Akşamın olmasına aldırmadan oyunlara devam edilirken anne sesiyle kesilen “hadi artık akşam oldu” sözleri bile bizi o doyulmaz oyundan alıkoyamamış…

Çocukluk; ne güzeldin sen. Ne masumsundun sen. Çoğu güzellikler gibi en temiz hislerim de sen de saklı kaldı. Büyümek için can atan ben, şimdi küçüklüğümdeki büyüklüğü arar oldum. Meğer o çocukluk içinde saklıymış onca güzel hisler. Kurduğum hayallerde kaldınız şimdi.

Ve anlamakta zorlandığım bir geçiş evresi… Gençlik.
Hayata dair öğrenilen türlü türlü düşünceler. İsyan günlerinin içte başlattığı, o sönmez volkanların sadece patlamalarına seyirci kalmak. Çoğu kere çaresizce olan biteni seyretmek. Ben düşüncesinin yeni yeni kendini hissettirdiği bir enaniyet anaforunda ayakta kalma mücadelesi… Çoğu kez yıkılmış viraneler gibi ayağa kalkma sözleri ve yıkımlar, yine söz verişler… Arkası kesilmeyen gel gitler… Bir türlü durulmayan taşkın dalgalar. Bunca fırtınada acı olan sığınılacak güvenli bir liman olmayışı. Aynada tanımakta zorladığın sima ve ruhunda sana asiliği salık veren nefsin o müthiş ayak oyunları. Kaç bahtiyar bu tuzakları geçmiştir bilmem ama nice leventler bir bir yıkılmış ve bir daha da doğrulamamıştır.

Gençlik, hep arzu edilen bir meyve. Ama her güzel gibi, o da kaç aşıkın başını yakmış, kaç kişiye oyun oynamış, bilinmez. Gençlik, genç için sıkıntılı zaman dilimi, ihtiyarlar için bir daha ulaşılamayacak en muhteşem zindelik ve nimet. Heyhat ! ne genç gençliğin bildi, ne ihtiyar gençliğe ulaşabildi…

Gençlik geri gelmemek üzere size veda ettiğinde; bir an önce olgunluğa adım atma hissi sizi birden bir burukluğada iter aslında. Saçlarınızdaki renk değişimi, yüzdeki çizgiler “evet” artık sen genç değilsin, hakikatini aynada senin yüzüne haykırır adeta.

Ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş" şiiri sana daha da anlamlı gelir. Aslında daha öncede çok okumuştun bu şiiri fakat hiç böylesine tesir etmemişti.

"Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.

Delikanlı çağımızdaki cevher,

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

Benim mi Allahım bu çizgili yüz?

Ya gözler altındaki mor halkalar?

Neden böyle düşman görünürsünüz,

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!

Hangi resmime baksam ben değilim.

Nerde o günler, o şevk, o heyecan?

Bu güler yüzlü adam ben değilim;

Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız,

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!

Geç farkettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!

Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?

Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında."

Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen gençlik nihayete doğru giderken sadece seyretmek meğer ne kadar zormuş. Meğer, gençlik nasıl bir nimetmiş de sadece gidince anlaşılırmış.

Meğer, ataların sözleri ne de anlamlıymış; ”Gençler bilse, ihtiyarlar yapabilse…”
Bilinmeden, hissedilmeden, farkına varılmadan, badı heva verilen gençlik bir daha gelir mi?

Seni tekrar dilesem, adına türküler yaksam, dualar etsem gelir misin, acaba yine ey gençlik?!

Yoksa küs müsün, seni bunca zaman hor kullanan, seni anlamayan, sana hak ettiğim muameleyi gösteremeyen bencileyin kişilere?
Biliyorum gelmeyeceksin. Başında kavak yelleri estiği dönemde seni anlayamayan bizler sen gideli seni ne kadar aradık, ahhh! bir bilsen.
Seni sorduk gelene geçene gören var mı diye ? Tanıyan var mı ? selamımı ulaştıran olur mu? Heyhat o, misafir olduğu yere bir kez uğrar bir daha geri dönmemek üzere çeker gider dediler.

Hayatta öyle şeyler var ki ancak kaybedildiğinde anlaşılıyor. Gençlik gibi, sıhhat gibi, boş zaman gibi, dostlar gibi…ve ömür gibi. Çoğu kere bir nasihatçi isteriz yanımızda hayata dair bizlere ipuçları versin diye. Ama hayatın kendisi bir nasihatçi iken; gençlik bu nasihatçiye hep kulak tıkayıp, ertelenmiş ve bitmeyen “yarın yaparım” edalı gecikmeli fark edişler, çoğu kere ihtiyarlık sabahında bizleri uyandırıyor.

Gençlikten olgunluğa uzanan yollarda öyle bir hız alırsınız ki sizde şaşar kalırsınız. Geçmeyen zaman adeta kılık değiştirip son sürat, tam yol ileri deyip menzile varmanın derdine düşmüştür sanki.

Hayata birlikte bakabilme, omzunuza aldığınız yüklerin beraber taşınmasına adına hep aradığınız bir hayat arkadaşı beklide bu yolculukta size en mühim yoldaş olacaktır.

Bir ümitle ve heyecanla hayal ettiğiniz bu kadirşinas refik ya da refika beklide ömrünüzün bereketlenmesi için bir fırsat deyip hep hayal edilen bir mevcudu meçhul olacaktır. Bir yastığa baş koyma ne kadar anlamlıdır, aslında. Aynı yastığa baş koyabilme istidadına sahip olmak ve bu uğurda bir can yoldaşının size refakat etmesi ahir ömründe yalnızlaşan insan için ne büyük kazanç.

Ömür dedikleri şeyin aslında size verilen en büyük armağan olduğunu ancak yaş kemale erince idrak edebiliyorsunuz. Yapacak o kadar işiniz varmış meğer. Meğer siz sadece zaman geçirmişsiniz.

Durun saatler diye haykırırcasına ellerinizi açıp zamanın geçmesini engelleme isteği de sadece keşkeden ibaret bir temenniden öte ne olabilir ki?

Sevdikleriniz birer yaprak dökümü gibi size bir bir veda ederken, en acı olanı da sizinle bir ömür birlikte olan organlarınızın artık size hizmet edemeyişi. Zaman her şeyi ihtiyarlatırken içindedeki hislerin inceldiğini, zamana rağmen bir çocuk hissiyatıyla etrafta olan biteni izlediğinizi çok sonra anlayacak hale gelirisiniz.
Sizin değiştiğinizi, asabileştiğinizi gereksiz yere nazlandığınızı aralarında konuşan kişileri duydukça “ey vefa nerdesin?” deyip içinize bir kez daha dönersiniz. Bitmez gibi gelen o uzun yıllar ne kadar da çabuk tükenmiştir. Eskiden sizin önünüzde yaşça büyük insanlar var olduğu zaman çokta akla gelmeyen öbür aleme yolculuk, çevrenizdeki yaşıtlarınızın bile bir bir gitmesiyle yalnızlaşan ruhunuzu adeta sarar.

İnsan ne garip; çocuk olduğu yıllarda gelecek hayaliyle hep avunurken, yaşlandığında da geçmişin hatırasıyla teselli bulmanın yollarını arıyor. Ömrünce ötelediği hayatının, vaktinin son demlerinde ne kıymetli ne paha biçilmez bir nimet olduğunu anlayıp sarıp sarmalamak istedikçe elinden bir şey gelmediğinin farkın varması nasılda içini sızlatıyor.

Aslında ümitsizlik duygusunu vermek değil amacım, sadece pek çoğumuz gibi yaşamamızın mukadder olacağı bir kısa yolculuktu benimkisi. Ama insan için son ana kadar hep ümit ışığı var. Bazen bir bakış, bazen bir duyuş, bazen bir hissediş, gönülden yakarış kararmış dünyamızı tersine çevirecek bir rahmete dönüşebiliyor. İnsan terk edebilir, terk edilebilir; hatta ömrü boyunca yalnız yaşamaya mahkûm edilebilir.

”Bu da geçer ya hu” deyip emin bir sığınak olan rahmeti sonsuza sığınmak kim bilir o yalnızlığı nasıl bir ünsiyete çevirir? Herkesin ve her şeyin bizi terk edeceği bir anı hepimizi yaşayacağız.

Ama herkesin terk ettiği bir anda terk etmeyen, daim rahmetiyle korkulardan kişiyi emin kılan bir kudret varken neden ümitsiz olalım? Bir arının arzusuna cevap verip, bütün kâinatı ona çiçek bahçesi yapan bir rahim-i mutlak; bir sivrisineğin midesinin arzusunu unutmayan bir şefkat, her bir varlığa rızkını temin eden bir kemal zat, neden en eşref varlık olan insana arzu ettiği şeyleri vermesin?

Onu korktuğundan emin kılmasın? Ebedi yokluk paranoyasından onu kurtarıp baki bir âleme misafir etmesin? Dünyada sağanak sağanak yağdırdığı nimetlerini ebedi âlemde de devam ettirmesin? Burada verdiklerinin çok daha ötesinde bitmeyen, sonu gelmeyen güzelliklerle onu buluşturmasın? Toprağa atılan bir tohumu ihmal etmeyen, ona hayat bahşeden görünürde çürümüş gibi görünen tohumcukları sümbül, leylak ve daha nicelerine çeviren bir sonsuz güzellik neden bize de bundan öte şeyler vermesin?

Madem O var neden yalnız olalım?

Madem o var o halde her şey var.

 

Tasarım: mbirgin